17 Mayıs 2020 Pazar
A decade later- still the same
10 Eylül 2012 Pazartesi
Not
Franz Kafka , Milena'ya Mektuplar
2 Mayıs 2012 Çarşamba
mekan
cümlenin doğrusu dünyada iman ahirette mekan şeklinde olmalı.
20 Nisan 2012 Cuma
En Sahih, En Makbul, En Muteber
İslam'ın Kuran-ı Kerim'den sonra en makbul, en muteber kaynak kitabını okumuş olmak istemez misiniz? Üstelik hadis ilmine aşık bir hoca eşliğinde? Safa Vakfı'nda cuma akşamları saat 20.00 da Sahih-i Buhari dersleri var. Biz Kitabu's-salât'i yarıladık bile, hemen kaleminizi kapıp gelin. Mesela geçen hafta neler öğrendik: İşlediğimiz 'bab'lar genelde yolculukta namaz ve namazın cem' edilmesi konularını içeriyordu.
-Urve (r.a.)'in Hz Aişe'nin yeğeni olduğu ve teyzesinden hadis rivayet ettigini gördük. (Urve, Katade gibi isimlere birkaç Buhari dersinden sonra aşina oluyorsunuz)
-Namazın aslında kök kısmının 2 rekat olduğunu bilmiyordum, geçen hafta öğrendim. Namaz ilk farz kılındığı zaman iki rekat olarak farz kılınmış. Yolculuk namazında da sadece bu kök kısmı kılınıyor.
-Fıkhi açıdan da sefer namazına ucundan dokunup disiplinlerarasi bir ders yaptık.
-Hz. Osman ve Hz Aişe gibi yolculukta da namazı dört rekat kılan sahabeler bulunsa da asıl uygulama 2 rekat şeklinde, ve sünnetler de kılınamayabiliyor. Halil İbrahim Hoca'nın pek hoş anektodlarından birini anlatırken söylediği gibi "yolculukta sünneti terketme sünnetini yapıyoruz":)
-1092. ve sonrasındaki hadisler de (Evet okadar okuduk, geriye kaldı yaklaşık 7 bin hadis;) cem' yani namazların birleştirilmesi ile ilgiliydi. Halil İbrahim Hoca buna pek sıcak bakmıyor, gerekçe olarak da söyle diyor: "Cem' konusunda mezhep ihtilafı var, lakin "essalatu livaktiha" namaz vaktinde kılınır hadisiyle ilgili hiçbir ihtilaf yok, o halde hangisini yapacağımız belli":) Ve yine tatlı anektodlarindan birisinde yolculuk esnasında arkadaşı öğle ve ikindiyi cem' edelim dediğinde, kahvaltıyla öğle yemeğini cem' etmedik, ikisinde de mola verip durduk o halde namazları cem' etmekten de bahsedemeyiz diyor:)
-Böyle tatlı bir dersti iste. Herhangi sıradan bir durumda peygamberimiz nasıl davranır, ne kadar basit hareketler de olsa, nasıl saf tutar, nasıl abdest alır, gece namazında neler yapar, yolda nasıl yürür, mescidde şöyle bir durumda ne yapmış gibi şeylere, çeşitli konularda satır aralarında o kadar cçk rastlıyoruz ki gercekten Siyer kitaplarindaki artık klişelesmis hikayelerdense bu ayrıntılar benim gözümde çok daha net bir 'peygamberim' imgesi oluşturuyor.
-Başrolde peygamber olunca ona en yakın olanlar da o kadar değerli oluyorlar tabiki. İmam Buhari özellikle altın nesil sahabelere torpil geçmiş, seneddeki ravilerden birinin eğer babası da sahabiyse (mesela Abdullah bin Ömer) ozaman "Radıyallahu anhuma" deyip ikisine de dua ettiriyor okuyucularına.
Eh, o halde, Cuma günü derste görüşmek üzere;)
15 Mart 2012 Perşembe
I am Sher-locked!
Neleri severek izliyorum, kesinlikle Sherlock diyorum! Dedektif/polisiye dizilerini seven birisi olarak (Monk favorimizdir, bir tutam da olsa genre i uyduğu için Psych a bile katlanıyorum) Sherlock'a bayıldım diyebilirim. Hikaye aynı, karakterler aynı, mekan aynı Baker Steeet 221/B, zaman farklı. Modern dünyada Sherlock Holmes bir consulting dedective, Dr. Watson onun ev arkadaşı. Watson blog yazıyor ve böylece Holmes da dünya çapında fenomen oluyor. Peki Holmes'la ozdeşleşmiş o meşhur checkered pattern, deerstalker şapkasını modern bir Londoner kullanır mı? O da şöyle oluyor, bir suç mahalinden çıkarken hayranlar&gazetecilerin kapıda yigildigi haberini alıyorlar ve güya kamuflaj adına çıkışa yakın portmantodan birer şapka kapıyorlar, SH de tüm medyada o meşhur sapkasiyla yer almış oluyor. Hoş:) Irene Adler fln tamamen modernize edilmiş, her bölümü zevkle izliyorum, ve delice tavsiye ediyorum. 4 dk'lık şu video size fikir verecektir, fondaki dizi müziğine dikkat, insanın gri hücrelerini harekete geçirmiyor mu?-Poirot'ya selam olsun-:
Fantastic, indeed. Bunun üzerine The Mentalist falan filan yavan kalmaz mı, sorarım size. Şu ingilizlerin bir sezon 3-5 bölüm anlayışına gıcık olmamak elde değil. Umarım en yakın zamanda üçüncü sezonu da çekerler.
29 Şubat 2012 Çarşamba
kırmısıdan nağme
ilginç bir yapım; doğu batı ortaya karışık bir şey olmuş. öyle değil mi?
23 Şubat 2012 Perşembe
İstanbul elbette fetholunacaktı!
Fatih Sultan Mehmet benim zihnimde tahta oturduğu ilk günden son güne kadar güçlü, kudretli bir padişahtır (çok daha yakışıklıdır, o konuya hiç girmeyeyim; film afişindeki resim hero dan çok villian-ish olmuş). Fakat filmde 12 yaşında tahta geçtiğinde başarısız olup indirildiği ve nisbeten daha olgun yaşında tahta çıktığında divan ve halkın onu hala o şekilde zayıf gördüğü üzerine fazlaca vurgu yapılmış. Olmuş mu? Olmuş. Böyle önemli şahsiyetlerin hayatlarının her döneminde cool olmayışları, zayıf noktaları da olduğu gerçeği hoşuma gidiyor (peygamberler hariç (!). Ki fetih sırasında otağındaki o hızla yaklaşan yenilgiyi kabul edemeyen, acil çözüm bulması gereken, saç-baş dağılmış hali bu yüzden hoşuma gitti. Neyseki gemileri karadan getirtiyor da -filmin climax i denilebilir- zafer geliyor.
Halil Paşa da ilginç bir karakter, iyi niyetli mi kötü niyetli mi anlamıyorsunuz. Evinde, içinde bulunduğu siyasi durumu ve kendisine atılan iftirayı eşiyle paylaşmasına çok şaşırdım. İşi gücü haremde saçlarını taramak olan değil gerçekten eşine destek olmak isteyen bir Osmanlı hanımı resmedildi. Belki de Emine Hanım yaşından kurtardı, ya da Halil Paşa'nın içten düşüncelerini paylaşabileceği tek yakın olarak o karakter bulundu, ama hoş oldu. Velhasıl halil Paşa tam da eşiyle bunları konuşurken gece vakti Sultan'ın kendisini çağırdığı haberini aldı. Eşine bunun tek anlamı olabilir dedi ve ölüme gittiğinden emin yola düştü. Tesadüftür, tam da o günün sabahı Jale Parla'yla Typologies of the Novel dersinde Dostoyevski'nin Budala'sını okuyorduk. Romanda "İsviçre'de bir adamın idamını seyrettim, son anında şöyleydi" ya da "son resminde bence öldürülmek üzere olan bir adamın yüzünü çizmelisin" gibi konular okadar sık tekrarlanıyorduki Dostoyevski'nin ölüm anına takıntılı olduğunu düşündük, Jale Hoca açıkladı: Dostoyevski devlet aleyhine komplo düzenlediği iddiasıyla 10 ay hapiste kaldıktan sonra tam kurşuna dizilmek üzereyken 8 tutuklu arkadaşı ile affedilmiş. Bu da onu çok etkilemiş (e yani) ve bir insanın öl(dürül)eceği anı bilmenin insanlık dışı, acımasızca olduğunu düşünüyormuş. Hepimiz öleceğiz ve bunu biliyoruz, ama nezaman oalcağını bilmemenin rahatlığı içerisinde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayıp gidiyoruz. Fakat idam cezasında sadece Tanrı'nın elinde olması gereken güç devletin elinde oluyor, öldürülme zamanını/anını belirliyor. Bu da herşeyden daha korkunç. Halil Paşa ölüme doğru giderken aklımdan bunlar geçiyordu. Fakat 2. Mehmet onu öldürtmedi hatta bir konuda fikrini sordu. Seni öldürtebilirdim ama yapmıyorum demiş oldu ve tüm o Dostoyevki-moment ı yaşamış bir insan olarak Halil Paşa hayatının bağışlanmasına olan minnettarlığıyla daha vefakar daha bir iyi niyetli oldu. Bu da Fatih'in dehası tabiiki. Ama o kürklü kostümlere ne demeli? Bu kürk yelek modası da nereden geldi diyordum, atalarımızdanmış:p Bizans modası da metal-embellished kıyafetler, Alexander Mcqueen de onlardan ilham almış sanırım;) Doğu Roma İmparatoru kim dersiniz? Aşk-ı Memnu'nun kötü adamı. Üstüne kötü adam etiketi yapışan oyunculara çok acıyorum.
Filmde Bordo'yla eleştirdiğimiz ama üzerinde durmadığımız daha pekçok şey oldu. ama Ulubatlı Hasan kesinlikle sıkı bir eleştiriyi hakediyor! Elle tutulur hiçbir yanı yok. Ulubatlı Hasan hiç kimsenin tanımadığı hatta tam da bu yüzden, herhangi bir titrı özelliği olmadığı için geldiği yere atıf yapılarak Ulubatlı lakabını almş sıradan bir yeniçeri askeriydi. Neydi o filmde orda burda yarı çıplak gezen, askerleri küçük gören, arkada bir hamile kadın bırakan adam? Resmen filme bir aşk öğesi katabilmek için UH harcanmış. Ayrıca yönetmen double karakter yaratma olayıni biraz gözümüze gözümüze sokmuş. Justinien Hasan'ın Bizans'taki yansıması. (Biz ilk sahnelerde ikisini birbirine karıştırdık!) Aynı uzun saçlar, dar pantolon-çizme-yelek giymeler, çıplak kollar, aynı kızı sevmeler. O kızın Hasan'ı tercih etmesi de zaten onu galip taraf yapıyor, J ile düelloyu da o kazanıyor zaten.
Ya oturup başını, sonunu, ortasını; tüm ayrıntılarını bildiğimiz bir olayı heyecan içinde izledik. İşte bunu yapmayı başardıkları için Fetih 1453 ekibi tebrik edilebilir. Herkesin bildiği sahneler, "ya ben Konstantiniyye'yi alırım, ya o beni" gibi klasik sözler filme çok doğal bir şekilde yedirilmiş. Ben Fatih o sözü söylerken beyaz atının üstünde, şaha kalkmış, kılıcını ufka yöneltmiştir diye hayal ediyordum:) Filmde artık aklı fikri İstanbul olmuş Fatih konuyla ilgili karmaşık rüyalardan ter içinde uyanıyor ve bu sözü söylüyordu. Naturella:)
Filmin iyi yönleri var, kötü yönleri var ama ben yine de tüm artıların filmden, yönetmenden, müziklerinden (1mehter marşı bile duymadım:/), efektlerden, oyunculuklardan değil bizzat malzemenin kendisinden kaynaklandığını düşünüyorum. İstanbul'un fethinin kendisi heyecan, aksiyon dolu. Thumbs Up! (Not to the film but to Fatih Sultan Mehmet himself;)
19 Şubat 2012 Pazar
2008 Ekim'den hatıralar: "Okuma Yeri" .)
* Üyeler; okudukları ve "bunu paylaşmalı" dedikleri materyalleri kendilerini etkileyen kısımlarına vurgu yaparak ve neden etki...lediğine değinerek diğer üyelerin de istifadesine sunar.
* Üyeler; belirli bir program dahilinde okuma programları düzenleyip isteklileriyle buluşması için bunu grupta duyurur.
* Farklı bakış açılarının biraradalığının ufuk açıcılığı umulur.
* Grup, üye sayısının çokluğu ile övünmez.
* Üyelerin sadece üye olarak kalmayıp katılımcı olmaları beklenir.
* Katılımcı olmayanların istifa haklarını kullanmaları güzeldir.
***
"In the name of Allah, the Beneficent, the Merciful! Read: In the name of thy Lord who createth.Createth man from a clot.Read: And thy Lord is the Most Bounteous.He Who taught (the use of) Pen.Taught man that which he knew not." (Quran 96/1-5)
* Members may post any materials they found important to discuss on the group wall.
* Members starts new reading programs and may announce it to find its participants.
* It's expected that facing different point of views widens horizons.
* Count of members for this group is not a thing to be proud of.
* Members are supposed to be a participant as well instead of being just a member.
* It's nice to leave the group if you will stay just a member.
Okuma ve izleme notları
vesselam.
Mavi ortalığı darmadağın ettin, dur yerinde biraz. Artık rafları da indirmeye başladın aşağı. En son bir mum görmüştüm ağzında, yemedin değil mi?
14 Şubat 2012 Salı
mavikus artık özgür
maşallah. allah yürüdüğü günleri de gösterin inş. )
12 Ocak 2012 Perşembe
fetih yeniden
vizyona girer girmez mavi'den bir süreliğine ayrılıp gidelim inşallah. özlesin bizi biraz :)
6 Ocak 2012 Cuma
kırmızı "Eş"
Yazar "Hoca Eşi" olmaktan bahsediyor, onun özelliklerini anlatıyor. Şöyle ki "Hoca eşi ya eşinin bütün emeklerinin ortağı olacak ve eşine yazılan her ecirden pay alacak, ya da eşinin ayağı altındaki engellerden bir olarak yaşayacaktır. Eşini Allah'a adanmış bir ömrün sahibi, yarın iftihar edilecek amellerin peşinde biri olarak görmesi, eşine karşı anlayışlı olmasını, elinden gelen her hususta einin destekçisi olmasını sağlayacaktır.
Bu onun eşine karşı eşlik görevinden çocuklarına karşı ortaya çıkabilecek eksikliklerde açığı kapatmaya kadar pek çok alanda görülebilir. Hatta eşinin moral kaynağı olması bile çok önemli bir husustur. Bu, o eş için bir tür alim olmak, dava adamı olmaktır. Hatta Hadice olmaktır. "Korma, Allah seni mahçup etmez.!" diyen bir eşten daha değerli bir destekçi olabilir mi? Böyle bir eş unutulmaz eştir. Onun adı tarihe mal edilmeye layıktır."
Eyvallah.
Çocuklara ilişkin yazıyı da abilal büyüyünce ekleriz.
Mübarek ailemiz inşallah.
5 Ocak 2012 Perşembe
lilyum, ikibioniki
beni duyuyor mu bilmiyorum; kırmızı'ya bol lilyumlu, mevlaya emanet olan günler diliyorum.
söz tenekeci'de:
30 Aralık 2011 Cuma
Sarhoş Atlar Zamanı, Vurulmuş Çocuklar Zamanı
*
Fazla söze gerek yok. Bugün, tarihin hafızasında "ahlaksız bir katliam" olarak yer edinecektir.
Saldırı değil, direkt katliam. Savaş değil, katliam.
*
Çoğu daha çocuk denecek yaşta 30'dan fazla insan evladı sınırda kaçakçılık yaparken, yani at sırtından hayatlarının ekmeğini kazanmaya çalışırken TSK tarafından bombalanarak öldürüldüler. Resimleri görmüş olmalısınız internet sitelerinden.
*
Katır sırtına "odun gibi" yüklenmiş, simsiyah cesetler.. Oğlunu kaybetmiş anaların feryatları...
*
İnsafsızlıkla yazılmış o kadar cümle oudum ki bugün. Ölümleri ayırt edip, ahlaksızca "ohh olsun" diyen.. Vicdansızca "ne arıyorlardı ki orda" diyen...
*
Ticaret haram değil. Devletin "yasak" demesiyle de haram olmaz, günah olmaz. Varsa günah, İngiliz'in çizdiği namussuz "sınır"ın günahıdır!!
*
Çok şey yazmak istiyorum, yazamıyorum.. Yazamadığım "her şeyi" anlayın diyorum, anlayın...
28 Aralık 2011 Çarşamba
27 Aralık 2011 Salı
ötesi olmayan gün
ötesi olmayan gün.
yüzüklerini henüz takmış, birbirine daha doyamamış iki yeni nişanlı gibi oturmuşlar. birinin elinde kalınca bir kitap, titrek bir sesle okuyor. diğeri de ilgiyle sadece gözü ile değil yüreği ile takip ediyor okunanı. satırlar azaldıkça titreyen ses daha bir soluklaşıyor. gözler dolmaya başlıyor. hz ömer'in eli kılıcında bağrışmalarına gelince sıra, boşalıyor gözlerden yaşlar. o an etrafta bulunan melekler kaçışmasınlar, kimsenin haleti ruhiyesi değişmesin deyu sarılmıyorlar birbirlerine ancak yürekler sarmaş dolaş. dünyada sadece o ikisi kalmış gibi birlikte ağlaşan yürekler sarmaş dolaş... peygamberimiz (sav) gözlerini yumdu... yürekler de gözlerini yumdu...
allah'ın bir lütfudur; biricik peygamberlerinin vefatını yanıbaşında oturarak kendisiyle birlikte okuyan bir eşe sahip olmak.
en mübarek eş.
en güzel eş.
en sevimli eş.
o yaşarmış dolgun gözler, en güzel gözler
dudaklardan yarım yarım dökülen sözcükler, en güzel sözler.
ufacık pembecik yüreği, en sevgili yürek.
işte böyle güzel bir gün
27 aralık.
ötesini
söylemeyeceğim.
sevgili
mübarek yârim.
10 Aralık 2011 Cumartesi
Ilim yayma cemiyeti 60. Yıl etkinliği
Sivil toplum örgütlerinin etkin olmadığı toplumlarda refah hep belirli zumrelere özgü kalmaya mahkumdur. Bu yüzden gelecegine yatırım yapmak isteyen devletler STK ları desteklemek zorundadır.
Ilim yayma cemiyeti de cok zorlu dönemlerde cok onemli hizmetler yaparak bugünün kiymetli insanlarının yetişmesine büyük katkılarda bulunmuş. 100'den fazla imam hatip lisesinin kurulmasını saglamislar ve yüzlerce yutr. Allah emegi geçenlerden razi olsun...
Programa ekabirden bayağı katılım vardi. Fakat konuşmacılar selamlarimda Mubarek Emin Saraç hocaefendiden bahsetmediler, üzüldüm.
Hacı muharremde kaldığım süre boyunca bir cok değerli insanla tanıştım, elhamdulillah. Bu yüzden IYM yi hep hayirla anacağım ins.
Program devam exior, dinlemeye devam edelim....
8 Aralık 2011 Perşembe
üst pencereden bakabilmek
4 Aralık 2011 Pazar
Nuh'un Gemisinden Bize Ne Kaldı?
Self Satisfaction: Aldım, Giydim, Gösterdim, Oh!
Yine deee -:)- en son Tahrir'den bahsetmişiz, ozamandan bu zamana üç beş diktatör daha gitmiş:) Suriye için de dua edelim inşallah.
18 Şubat 2011 Cuma
Ve Tahrir'de Tarih Yazılır
Sıradaki!
22 Ocak 2011 Cumartesi
Olmak ya da olmamak
12 Ocak 2011 Çarşamba
Yerdesinn?
10 Ekim 2010 Pazar
Bitter Mevzuular
Ortamdaki tek hanımefendi olarak konuşulanlarla ilgili fikirlerimi açıkça beyan etme cesareti bulamadım ve bunları Zeyd'e fısıldamakla yetindim. Çokokrem ısrarında olduğumu düşünmüş olabilirler, oppss!:)
25 Ağustos 2010 Çarşamba
ölmek çare değil, ölmemek hiç değil!
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3882
"Orada beş altı askeri öldürmekle pek çok şeyin değişeceğine olan inanç olsun elimizde tek kalan."
Gerçek Hayat'ın konuyla ilgili bir sayısı vardı değilmi zeyd, intihar bombacılarının cennetlik olup olmadığı tartışılıyordu. Bir sonuca da varamıyorlardı yanlış hatırlamıyorsam. İnşallah şehit sayılıyorlardır, kaç İsrail'liyi yeryüzünden silmeleri kendilerini öldürmenin günahı götürüyordur bence? Bu konuyu bu akşamki misafirlerimizle bir tartışalım mı ne dersin? Herkes o kadar farklı düşünüyor ki; filmin genre'ını "dram-suç" olarak etiketleyenler, ölemeyenlerin süründürüldüğü bir cehennemdense cennet diyenler..
"Paradise Now"ın üzerine bir de Rashid Masharawi'nin Haifa'sını izleyelim Zeytin. Bir karara varamasak da enazından Filistin'i gündemimizde Filistinlileri dualarımızda tutmamıza yardımcı olur. Kalpten buğz et; zayıf-imanlı etiketli milyonlar gibi.
22 Haziran 2010 Salı
13 Haziran 2010 Pazar
yolda düşenler
Subhanallah...
"Ey iman edenler! Kardeşleri sefere veya savaşa çıktığında onlar hakkında, "Onlar bizim yanımızda olsalardı, ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" diyen inkarcılar gibi olmayın. Allah, bunu (bu düşünceyi) onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, yaşatır ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir". Ali İmran 156
9 Haziran 2010 Çarşamba
6 Haziran 2010 Pazar
26 Mayıs 2010 Çarşamba
huzurlu bacak
kadın değil karla karıştırılmış nar şerbeti sanki
bu yetmezmiş gibi bülbül sesli kanaryalar misali şakıyor
bembeyeaz güzgün dişlerini göstererek gülüyor
gülünce iki yanağında iki gamze yabani güller gibi açılıyor.
eh bordonun aklı başından gitmiş
eli ayağı birbirine dolaşmış
yürek selanik
anlayın artık ilk görüşte aşk.
.)
25 Mayıs 2010 Salı
Ferâmûş
Osmanlıca maceralarım. Bilge Özel alanında söz sahibi, Arapça ve Farsça'yı tahminimce çok iyi bilen, biraz fazla ciddi ama prensipli bir hoca. Zeynep Altok biz gençlere:P biraz daha yakın. Özel'le Arapça bilfiğime şükreder halde metinleri okurkenn, Altok'la İngiliz Edebiyatı öğrencisi halimle oturuyorum sınıfta; virmek'in "archaic spelling" olması, kesbî'nin "acquired" dan başka birşey olmadığı, hangi kelimenin "feminen" hangisinin "maskulen" olduğu, sâika nın motive anlamına geldiği (monk'a selamlar), tersanenin etimolojik kökeni -daru's-sına' iken tersaneye ve batı dillerinde arsenale dönüşmesi- tüm bunlardan bağımsız olmamış bir Osmanlıca garip ama azbulunurluğuyla da işin eğlencesini katlıyor tabiki. I just enjoy it!
Durun Kalabalıklar!
İstanbul Fasıl Topluluğu'ndan bestelenmiş Necip Fazıl şiirleri tabiiki dinlemeliydik, Göksel Baktagir'li, Mehmet Güntekin'li koronun "Halimi düşünüp yanma Mehmed'im/kavuşmak mı belki daha ölmedim" mısralarını çalıp söyleyişi kulaklarımda hoş bir nağme bıraktı ve fakat bu Necip Fazıl'ın anıldığı bir programın 1/2'sini işgâl etmemeliydi.
Programın diğer yarısı Mustafa Miyasoğlu'na aitti. Edebiyat Fakültesi ve Paris Sorbornne'da Felsefe eğitimi gören Necip Fazıl 30 yaşında İslam olmuş. Zaten bu etkinliğin tanıtımında da onun bu durumunu anlattığı "tam 30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum/ gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizesi kullanılmış. Üniversitede hocalık yaparken ya gazetecilik ya hocalık ikilemine düşmüş ve "Benim çilem ve gayem amfilere sığmayacak kadar büyüktür" deyu istifa etmiş, bizi biz yapan milli ve dini değerlerin tavizsiz savunuculuğunu yapacağı 40yıllık yayın hayatına başlamış, "durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!" diyerek kitleleri tehlikeli gidişattan alıkoymaya çalışmıştır. Miyasoğlu, Necip Fazıl'ın misyonunu anlattığı 3-4 saat uzunluğundaki konferanslardan gençlerin "sabaha kadar" diyerek ayrılmak istemediklerini, ayakta da olsa dinleyebilmek için Bab-ı Ali'ye gelen binlerce gencin nasıl sokakları doldurduğunu ve bu kalabalıkları hiçbir gazetenin haber yapmadığını anlattı. Miyasoğlu Necip Fazıl'ın pekçok daldaki eserlerinden de bahsetti.
-Sosyolojik eser, check: Toplum ve devlet projesini anlattığı "İdeologya Örgüsü"
-Biyografik eser, check: Peygamberin hayatını anlattığı "Çöle İnen Nur"
-Felsefi&Tasavvufi eser, check: "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvuru"
-İtikadi eser, check: Orijinal bir büyük İslam ilmihali olan "İman ve İslam Atlası"
-Tiyatro eseri, check: Türkiye ve dünya tarihinde önemli yer tutan tiyatro eseri "Bir Adam Yaratmak"
-Tarihi eser, check: Yıllardır tartışılan yakın tarih eserleri "Sultan 2. Abdülhamid" ve "Sultan Vahdeddin"
Allahım bizi eserlerini okuyup dünya görüşünü anlayabilmeye ve nasiplenmeye nâsib eylesin
Sarı Gelin Aman
Abdülhamid-i Sâni
Sanırım anlatmadan geçemeyeceğim: Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi'ni Abdülhamid Han kurmuş ve bu çağının ilk örneği olması bakımından pek çok devletin tıp adamları tarafından hayranlıkla karşılanmış. Sadece katı ve dirayetle müslüman devlet adamı yönünü bildiğimiz Ulu Hakan'ın aslında bir silah koleksiyoncusu olduğu, Yıldız Sarayı'nda ellibine yakın İstanbul fotoğrafları+aile fotoğrafları+suçlu fotoğraflarına (cool!) sahip olduğu sempozyumda öğrendiklerim arasında. Kethudaları tarafından sürekli upgrade edilen bir Nikon'u olduğunu da duysaydım şaşırmayacaktım. Küçük Mabeyn Köşkü'nde locasında hanımıyla 'izlenti' yaptığı kendisine özel bir tiyatroya, kind of a 'home theatre'a da sahip olduğunu öğrenmiş olduk. Sempozyumda konuşma yapanlardan Mustafa Armağan'ın da Abdühamid Han'la ilgili pekçok çalışması var. "Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı" kitabı bunların başında ve benim de kabarık son yarısı hala okunmamış kitaplar listemde başlarda gelir.
An itibariyle ölüm yıldönümü içinde bulunduğumuz Üstad Necip Fazıl da "Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han" eserini şu cümleyle tamamlar: "Abdülahimd'i anlamak herşeyi anlamak olacaktır." ki, bu da o hep rastladığımız üstüne düşünmemiz için ekilen BYT yani büyük yazar tohumundan başka bir şey değil. Mustafa Armağan da kitabında bu sözlere binaen Abdülhamid'in yakın tarihin turnusol kağıdı gibi bir işlevi olduğundan bahseder. Sultana aydınların nasıl baktığına göre bakanların dünya görüşleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve bugünümüze dair neler düşündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tesbit edilebilir.
Bu iki büyük adamı rahmetle anıyoruz.
30 Nisan 2010 Cuma
29 Nisan 2010 Perşembe
06.09.08'in tanık olduğudur
hz ibrahim kıssasını ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum. heyecanla çevirirdim yaprakları. o ki rabbini ararken biz hep bir an önce doğru olanı bulması taraftarı olmuşuzdur. yıldızlara meylettiğinde gecenin karanlığına karşın onları rab olarak gördü. biz minik okurlar içimizden "hayır ibrahim" demiyor muyduk? batan kaybolan yıldızlardan, kaybolan aydan, gece yok olan güneşten dönüp de hakikate ulaştığında yaşanılası bir sevinç kaplardı içimizi.
hz ismail'in kıssası; bir o kadar nefesimizi tutarak okuduğumuz... ibrahim ismail'i kurban etmek için yatırdığında içimizden "dur ya ibrahim koç gelecek dur!" diyorduk ya; kendimizi ismail yerine koyup biraz da.
yusuf'un kuyudan kurtulması için ta yürekten bir istekle devam ettik, acaba daha hangi ibretlerle karşılaşacağız deyu.
musa'nın firavuna galip gelmesini ne kadar da çok istedik.
yunus'un balığın karnından çıkmasını
hz muhammed'e taif'te taş atan çocuklara nasıl da hayıflandık. o'na eziyet eden ebulehebe lanet okuduk, ebucehile kahrolsun dedik.
bir ibrahim olduk, bir ismail... yakup idik, yusuf olduk. musa, harun, yunus. bir lokman, bir yahya bir isa olduk.
ya rab! öyle bir hayat bahşet ki bize; tanık olanlar biz olmak istesinler...
öyle bir hayat ki karşılaştığımız her bir musibete bişekilde tanık olanlar iyi olana mukabil bizi tutsunlar...
öyle bir hayat ki bizi senin halifen olma çabası içerisinde gören duasıyla destek olsun nefes alışımıza...
amin...
06.09.08'un tanık olduğudur.
28 Mart 2010 Pazar
cum'a dan sonra
27 Mart 2010 Cumartesi
Tarihçi, Hukukçu, Yazar, Şair, Siyasetçi ve Dilbilimci
Bugünler elhamdülillah bereketli geçiyor. Derslerin yoğunluğunun azalmasıyla kendimizi etkinliklere vermiş durumdayız. Midterm haftasıyla bahar tatilinin zamanlarını karıştırmış gibi görünüyor olabilirim ama merak etmeyin, geç de olsa hangisinin ne zaman olduğunu belledim. Osmanlıca sınavının cepte olduğunu düşünüyordum ki Zeynep Altok infi'âl ifti'âl derken yanıldığımı gösterdi. Ma'lûm olan i'lâm edildi;) Bu hafta derste buaralar pek sık kullanılan tamlamalar geçti; muvazzaf subaylar; tef'îl babından vazifelendirmek fiilinin ismi mef'ûlu, müesses nizam; kurulu düzen, muktesebât; bir Avrupa Birliği Müktesebâtı dır gidiyor ya acquis communautaire bâbında. Ah bir de şu örneği duymalısınız: işteşlik anlamı veren müfâ'alet bâbından bir kelime; müsâbaka, sabıka kelimesini düşünerek kökünün önce-lik anlamında olduğunu çıkarabilirsiniz, işteşlik anlamını da katarak türkçeleştirelim: öne geçişme:) Osmanlıca'yı seviyorum.
Dün akşam Ümit Meriç hanımefendi de eskidili anlamanın öneminden bahsetti, annesinin öğretmeni Reşat Nuri Güntekin imiş, bukadar yakın bir neslin dilini kullanıldığı şekliyle anlayamamanın cehâletten başka bir şey olmadığını söyledi. Fatma Aliye'nin dilini hatta elyazısını da okuyup anlayabiliyor olmaktan dolayı çok mutluyum. Devam edeceğim inşallah. Fatma Aliye'nin babası Ahmet Cevdet Paşa dünkü söyleşinin konusuydu. Ümit Meriç doktora tezini onun üzerine yazmış, fakat ona karşı hissettiği yakınlık sadece bundan kaynaklanmıyor. Avrupaî bir ailenin içinde Fransızca kitaplar okuyarak büyümüş bir insan olarak, tamamen Batılı bir kadın hissiyâtından müslüman hanıma dönüşmesi Ahmet Cevdet Paşa'nın 12 ciltlik Kısas-ı Enbiyâ'sını okuduktan sonra olmuş. "Düşünce kıblemi Avrupa'dan kendi dünyama çeviren oydu" diyor. Ahmet Cevdet Paşa İbn Haldun'un Mukaddime'sini ilk kez Türkçe'ye çeviren kişi. Mecelle'yi hazırlayan kişilerden. İlk Osmanlıca gramer kitabının, ilk Türkçe mantık kitabının da yazarı, aynı zamanda şair de; zaten Cevdet ismi onun mahlasıymış. Ayrıca Osmanlının yetiştirdiği en büyük vakanüvis olarak kabul ediliyor. Vak'a-Nüvis sanıldığı gibi yabancı bir kelime olup vakanüvist olarak yazılmıyor, Farsça bir kelime ve vak'aları, saltanatın tarihi olaylarını kaydeden kişi gibi bir anlamı var. Ahmet Cevdet Paşa'yla bukadarcık bilgiyle tanış olduk sayılır mıyız bilemem, ama Zeyd'le belki birgün Bebek sahilindeki Cevdet Paşa Caddesi'nden geçersek, saygıyla yâd edip ruhuna bir Fâtiha okuyacağız inşallah.
İyiki doğdun Cevdet Paşa!
27 Mart 2010, Cumartesi
22 Mart 2010 Pazartesi
26!
21 Mart 2010 Pazar
17 Mart 2010 Çarşamba
Büyük Yazar Başlığı
Uzun zamandır yazmıyorum, doğrudur. Ama her büyük yazarın yazın hayatının bir döneminde bir duraklama, devr-i fetret yaşanmaz mı, and I am no exception. :smiley) Derslerin yoğunluğuydu, yaprak sarmalarıydı, (I just love domestic life; evim, kurabiyelerim- obviously I am no Sylvia Plath), bahar yorgunluğuydu derken günler geçiverdi. Bahar geldi evet, çoğu insan Mart'ı bahardan saymaz, ama ben ağaçlarda o küçük beyaz çiçeklerden birkaç tane görmüş olsam dahî anında bed'-i bahâr, neş'e-i hayât ilan ederim. Zeyd ile ilk baharımızın ilk yürüyüşüne çıktık, bu yazıyı haftaya yazıyor olsaydım Maşukiye anılarımızdan da bahsedebilirdim belki, kim bilir? (mesaj ileti raporu) ;)
Karanlığın Yüreği ilginç bir kitap; imgeler, sembollerle dolu. Karanlık: bilinmezlik, Afrika kıtası, zenciler, gizem, korku. Kitabın kahramanı Marlow Thames'te gelgiti beklerken zaman geçirmek için gemi kaptanı olarak karanlığın yüreğine, Afrika'nın merkezine Kongo nehri boyunca yaptığı yolculuğu anlatıyor gemici arkadaşlarına, olay bundan ibaret bir nevî frame tale yani. Kongo demişken, kitapta bir defa bile Kongo'nun adı geçmiyor, halbuki Thames'i, Londra'yı vesaire ayrıntılı anlatıyor, Conrad bunu kasıtlı yapmış olmalı, orası karanlık, örtülü ve bilinmeyen, burası olmayan yer diyor bir nevî. Hm. Anyway, kitabın konusu Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, bu maskenin unveil edilişi. Biraz fildişi uğruna cinayetler işleniyor, medeni olduğunu iddia etmekle kalmayıp medenileştirmeyi de misyon edinen açgözlülerin bizzat kendileri yamyamlara, kendi algılarındaki 'yamyam'lara dönüşüyorlar. Aklıma Bakara 11 geldi: "Kendilerine 'yeryüzünde fesad çıkarmayın' denildiğinde, 'biz ancak ıslah edicileriz' derler".
7 Mart 2010 Pazar
erzurum'da istanbul tadı
Memleket deyince özlemle birlikte yeşillikler de gelir ya insanın aklına. Akan su sesleri, kuş sesleri, ağaçlar meyvalar... Hele sözkonusu bizim memleket ise elma, armut, kayısı, üzüm, ayva, muşmula, çilek, domates, patlıcan, biber, patates, fasulye, mısır daha biii sürü şey de eklenir buna tabi. Dededim bizatihi kendisinin yetiştirdiği sebze-meyveler.
İşte bu akla gelenlere bir eklenti de İstanbul'dan olsun deyu; sağda gördüğünüz fidanlar Erzurum yolcusuu...
Hafız Ahmet Paşa Camii'nin avlusu muhteşem bir asma çardağı ile kaplı. Mevsimi gelince kara üzümler salıyor kendilerini yaprakların arasından bir bir. Güzel manzarayı babam unutmamış ve bugün fidelerinden istedi, Erzurumda yeni yaptığımız evin bahçesine dikecek inş.
Erzurum'a İstanbul' üzümü, fena olmaz aslında değil mi?
Yine babamın fikri ile patatese sapladım fideleri, polis görse mayın diye geriçevirirdi herhalde p.
İnşallah dibinde gölgelenip dallarından üzüm yemek nasip olur hem bizlere hem evlatlarımıza.)
ve kesmesinler deyu şair alır sözü:
Chuan Tzu'nun PeşindeMeyva vermeyen bir ağaç kadarfaydasız olsun bu yazdıklarım.Dallarını meyvasına tamâ edipkimse taşa tutmasın.Bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlübir ağaç kadar faydasız olsun.O zaman marangozlarkesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.Dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesizbir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.Odun olmaz bu ağaçtan desinler,yakmasınlar.Faydasız olsun, yine debir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:Kökü toprakta;başı gökyüzüne dönük.Belki kimse bahçesine dikmez,şehrin bulvarına da sokmazlar onu.Ama uzak, kıraç bir ıssızlıktabunalmış bir yolcudibinde oturacağı,sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diyeferahlarsabu yeter.Çeviren: İsmet Özel
6 Mart 2010 Cumartesi
yürüyenSepetler
5 Mart 2010 Cuma
Keyfiyyet-i Sarf-ı Nükûd
"Ey Oğul! Çalış, kazan. Kimsenin malına göz atma. İdareyle sarf eden muzayaka çekmez. Malı çok olub idaresini bilmeyen fakir gibi geçinir. Îrâdına göre masraf et. İsrafdan pek sakın. Hep kesbini ekl etme, bir yana bırak. Kazanılamayacak ihtiyarlık günleri ile sana muhtâc olan evlad u iyâlinin hakkını cem' eyle. Malını tutagör. Ko, düşmana kalır ise kalsın: Nâmerde muhtâc olma. İsraf haram olmakla, insanın helalinden kesb-i mal ederek luzûm-i zarurisine sarf edub bâkîsini beyhûde yere israf etmeyub hıfz eylemesi lâzımdır. Ahvâl-i âlem bir kararda olmadığından bazı zaruret hallerinde nükûd-i mevcûde insana nâfi' olur.
Ey Oğul! Karıncadan ibret al! Arılara bakub çok yeme bal! Hazır olan şey çabuk tükenir. Sen daima sa'y ile helalinden kesb eyle. Zâid olan malını sandıkta hıfz etme. Az çok irade ver ki sen işlersen mal işler: insan öyle genişler. Mahsûlün kesretiyle teshîl bulur her işler."
Sadece etfâlin değil bazı yetişkinlerin terbiyesinde de bu risale kullanılırsa çok iyi olacak:)
28 Şubat 2010 Pazar
darbeler ihtilaller daha neler neler
Panelin konukları solcu yazar Ragıp Zarakolu ile Sibel Eraslan'dı. Zarakolu konuşmasına "bu konu çok ağır bir konu belki haftalarca tartışsak bitmeyebilir. Lakin, Türk Darbeler Tarihi Türkiye Tarihi gibi bir şeydir" diyerek başladı. Panelde neler konuşuldu, gelememiş olan Zeytinler için anlatayım. Teşekkürler ses kayıt cihazları!
"Biz modern dönemin darbelerini biliyoruz ama Osmanlı dönemine baktığımızda da görüyoruz ki, ordu her zaman politikanın bir ayağını oluşturmuştur. 1825'teki Vaka-i Hayriye olayına kadar Yeniçeri Ayaklanmalarını vb. olayları biliyoruz. Modern ordunun kuruluşu ile bu ayaklanmaların biteceği düşünüldü fakat modernizm ile birlikte yine askeriyenin önemli bir faktör olduğu görüldü. Hatta 1876 Anayasası bile görece bir darbe olayının sonucunda gerçekleşmiştir. Günümüze kadar yapılan bu anayasalara baktığımızda, bunların hiçbir zaman hayata geçirilemediğini görüyoruz. Bu anayasalar Batı'daki durumun aksine bir türlü uygulanamamıştır. İlk modernist darbemiz Babıali Baskını'dır. Balkan Savaşı bahanesi ile ordunun içindeki Prusya eğitiminden geçmiş genç zabit kesim, o dönem vatanı kurtarma operasyonunu başlattılar ve vatanı kurtarma operasyonu hala bitmedi.
Kurtarıcılardan kurtulunduğu vakit hakikaten özgür bir ülke olacağız herhalde… Türkiye 1945'te çok partili rejime geçme kararı aldığında da yine tek parti mantığı devam ediyordu. Her zaman devletin tavrında "bir şey gerekiyorsa onu ben yaparım"ın tekelciliği vardı. "Eğer sendikal hareketi kurulacak ise onu da ben kurarım (TÜRKİŞ bunun sonucudur), eğer Müslümanlık getirilecekse bunu da ben getiririm, eğer komünist olunacaksa bunu da ben yaparım" gibi bir yaklaşım her zaman hakim oldu. Zaten kurucu ideoloji bu uygulamayı meşrulaştırıyordu. Varolan ideoloji kutuplaşmalardan sürekli istifade etti. Ve kutuplaştırma politikası artık en güçlü silahları oldu. Hatta solculuğun bugünkü kadar kolay olmadığı dönemlerde bir subay tanıdığımız Nazım Hikmet'in şiir kitabını bulundurmaktan dolayı ordudan atıldı ve hiçbir yerde iş bulamaması sağlandı."
Zarakolu "darbeciler yargılanmalıdır" dedi ve devam etti, "cinayet cinayettir. Ve 10 emirden bu yana cezalandırılması gereken bir şeydir. Eğer siz bazı politik gerekçelerle öldürmeyi meşrulaştırıyorsanız bu vahim bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye'deki bu cezasızlık durumu sona ermelidir. Yunanistan'da darbe olmuyorsa artık bunun cezası olduğu içindir. Eğer siz askeri darbe yapanı Cumhurbaşkanı yapar bir de anayasa yaptırırsanız darbecilerin sonu tabii ki gelmez. Yunanistan'da darbeci askerler hapisteydiler ve belki tam da Kenan Everen'in Marmaris'te resim yaptığı yerin karşısında kalıyorlardı. Nazi askerleri de insanlığa karşı işledikleri suçtan dolayı ölene kadar hapiste kaldılar. Yani bu işin bir bedelinin olması gerekiyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımına tabii değildir. Bu bakımdan da Türkiye'deki yurttaşlara karşı işlenen suçlar da karşılıksız kalmamalıdır. Mustafa Kemal'in evine bomba atan adam, provokatördü ve vali oldu, devletten emekli oldu. Keza 6-7 Eylül olaylarından dolayı bu ülkede bakanlar yargılandı, vali yargılandı, başbakan asıldı. Bu cezasızlık ve dokunulmazlık sona ermelidir."
Sibel Eraslan o sırada 13 yaşında olduğu 1980 darbesini çocuk gözüyle nasıl algıladığını ve sonraki 28 Şubat Darbesi'nin hayatını ve hayatları nasıl etkilediğini anlattı. Osmanlı'dan bu güne askerin halk ve medya üzerindeki baskılarına, İttihat ve Terakki'nin ne kadar cuntacı bir yapılanma olduğuna da değinen Eraslan, Hasan Fehmi Bey'in vurulması olayını ve sonrasında yapılan müdahalelerin günümüzde yaşanan olaylara benzediğini kaydetti. Gazetecilerin öldürülmesi ve bundan sonra da cuntacıların daha rahat hareket edebilecekleri kaosun oluşması bizim eski bir pratiğimiz diyen Eraslan sözlerine şu şekilde devam etti; "ben 1980 Darbesi olduğunda onüç yaşındaydım, dolayısıyla ciddi bir şekilde hissetmedim. Fakat 28 Şubat Darbesi'ni hem başörtülü bir kadın olarak hem de mesleğim gereği hukuki bir sorunla karşı karşıya olduğum için çok ciddi olarak yaşadım. Ben bu süreci kesintisiz bir darbe sürecinin devamı olarak görüyorum. Tabi süreçle alakalı olarak hepimizin hatıraları var çünkü burada yaşıyoruz. Bu sadece askerlerle siyasi partiler arasında olan bir güç gösterisi değil, devletle insan arasındaki bir mücadeleydi 28 Şubat. Darbe dediğimi şey önceden hesap edilemeyen bir gerçekliktir. Bir de sterilize edilmiş bir toplum algısı var. Ve bu norm olarak size sunuluyor. Eğer siz dikte edilmiş normlara uymadığınız takdirde anormal olarak görülüyorsunuz. İkinci sınıf olarak görülen ötekinin bastırılması amaçlanmıştır tüm darbelerde" dedi. Türkiye'de anayasal düzenden de bahseden Eraslan, "bizi metastas yapmış habis urlar ve aydınlatılması gereken zavallılar olarak tanımladılar ve kimliklerimizi yok saydılar" dedi.
Eraslan şunları da söyledi: "Başörtüsü yasağı Türkiye'nin en uzun boylu yasaklarından biri ve Türkiye'nin en uzun boylu sivil itaatsizliği de başörtüsü direnişidir. Daha önce biz öğrenciyken de yasaklar oldu ama direnişler sonucunda yasaklar aşıldı. Fakat 1997'de yasak sistemli bir hale geldi. Ve her yerde uygulanmaya başlandı. Kadınlar üzerinden götürülen bir hesaplaşma oldu ve Merve Kavakçı örneğinde olduğu gibi 'bu kadına haddini bildirin' dedi bir başbakan ve kadına haddi bildirildi. Önce meclisten sonra vatandaşlıktan atıldı. Bu dönemde küçücük ortaokulda okuyan çocukların kollarına başörtülü okula girmek istemeleri sebebiyle kelepçeler takıldı. Karakola onların avukatlığını yapmak için gittiğimizde bizi de tutukladılar. Ve hatta Küçükköy İmam Hatip Lisesi'ne keskin nişancı gönderildi. Karşıda duran iki apartmana yerleştirildi. Bunların fotoğrafları benim elimde var."
Bunlar olduktan birkaç sene sonra, ben Eraslan'ın 80 darbesi yıllarındaki yaşındayken, 13 ondörtlerde, Küçükköy Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde de aynı şeyler tekrar yaşandı. İHL Şefkat Koleji'nin bir kaç sokak ötesindeydi. Servisle okula gelirken çoğu günler özel polis timleriyle karşılaşırdık İmam Hatip'in sokağında. Mehmet Amca arka sokaklardan dolaşarak getirirdi bizi okula; bir yığın başörtülüyle dolu bir minibüsün dikkat çekmemesi işten değildi. Herhangi bir okulda olsam bu kadar hatırlayamayacaktım belki, fakat Şefkat gibi dönem için oldukça "tehlikeli" bir kurumdan her müfettiş söylentisinde apar topar nasıl kaçtığımı bir ben biliyorum. Babam hep anlatır, birgün beni sabah namazına uyandırırken uyku sersemliği ve panikle yataktan nasıl "müfettiş mi geldi" diyerek fırladığımı. Benim postdarbe anılarım bunlardan ibaret sadece, umarım hep öyle kalır.
Sibel Eraslan da Zarakolu gibi konuşmasını yargıdaki askeri ve sivil yargı ayrımının, hukuktaki çift başlılığın bu dokunulmazlık ve cezalandıramamalık durumunu ciddi anlamda etkilediğinden, ilk olarak yargı birliğinin, ikinci olarak da darbecilerin yargılanabilmesi için yargı tarafsızlığının sağlanması gerekliliğinden bahsederek konuşmasını bitirdi. Levrekleri alıp eve döndüğümde saat 18'i geçmişti.
26 Şubat 2010 Cuma
darbeler ihtilaller eller eller
kirmisim; özellikle ilgi duydugunu bildigim "ihtilaller, darbeler" konusunda bugün santral'de bir panel varmis.
ve Sibel Eraslan geliyormus.
ama malesef osmanlica dersin var o vakit.
teneffüslerde gidersin belkim ? .)
Türk Darbeler Tarihi
Konusmacilar: Sibel Eraslan- Ragip Zarakolu
Tarih: 26 Subat 2010, Cuma
Saat: 16:00-18:30
Yer: Santral Kampüsü, E3-107
Özgür Açilim Platformu ve Sosyal Bilimler Kulübü'nün isbirligiyle düzenlenen panelde, Türkiye'nin kurulusundan bu yana gerçeklestirilen askeri müdahaleler ve bu müdahalelerin toplumsal olaylar üzerindeki etkisi ele alinacaktir.
24 Şubat 2010 Çarşamba
zümreler
Kur'an bu ayetlerde iki zümreye bölüyor insanları.
İlk zümre tatlı dilli, hayatta kendi şahsi menfaatinden başkasını gaye bilmeyen, nefsani kişilik. Nefsini ıslaha meyletmez, hakkan dönmekten kaçınır ve günah işler boyuna.
İkinci zümre ise bütün varlığıyla kendisini Allah rızası için adar ve O'ndan başka hiç bir şeyi arzu etmez. Gayretinden, amelinden nefsine bir pay ayırmaz, varlığını Allah için feda eder. Sadakatlı mü'min zümresidir bu işte.
Hal böyle iken, zümreler ve aralarındaki fark bu kadar açık iken; ben hangi gruptayım acaba ?
biz hangi gruptayız?
Pekala pekala, yumuşatalım biraz bari : Sadece bugünkü amellerin hangi gruba meyilliydi ?
23 Şubat 2010 Salı
Paris'te Türk Modası
18 Şubat 2010 Cuma günü Atatürk Kitaplığı'nda Ali Şükrü Çoruk tarafından "Doğu'nun Batı'sı" semineri verildi. Türk aydınının değişen Batı'ya bakışı bilhassa seyahatnamesiyle ünlü Evliya Çelebi ile sefaretnamesiyle ünlü 28 Mehmed Çelebi'nin gözünden anlatıldı ve karşılaştırıldı. Evliya Çelebi'nin Avrupa'yı o muhteşem özgüveniyle gezip/görüp/anlattığını bilmeyen yoktur. 28 Çelebi ise sanıldığı gibi Evliya Çelebi'den sonraki yirmisekizinci Çelebi değil. Ait olduğu Yeniçeri Ortası'ndan dolayı bu lakabı almış bir 18. yüzyıl sefîri. 28 Çelebi Fransa'ya elçi olarak atandığında sadece diplomasiyi değil müthiş bir kültürel etkileşimi de hızlandıracağından haberli ya da habersiz Paris'e geldi. Dünyayı kasıp kavuran Osmanlı'nın; "Osmanlı"nın bir ferdi şehirdeydi ve halk Osmanlı nedir, neye benzer bir nebze görebilmek için sokaklara doluştu, "nasıl ademlerdir deyû seyre talip oldular". Aylarca süren bu etkileşimin sonunda Çelebi ve beraberindekiler şehrin düzenine, Versailles bahçelerine, su fiskiyelerine, operalara; Fransızlar kavuklara, kaftanlara, görkemli Türk adetlerine, iftar yemekleri, teravih namazlarına, muhteşem işlemeli elbiselerle oturuş kalkışlara, o asalete hayran kaldılar. Bir de bu olayın Karlofça Travması'ndan sonra yaşandığını hesaba katın; Osmanlı'nın kendisinden barış istenen değil, barış isteyen taraf olduğunu. Buna rağmen azametinden çok şey kaybetmiş olduğu hâliyle göz kamaştırdı. 28 Çelebi 11 ay sonra evine döndü, Zeyd "Cum'a namazından çok sonra" beni almaya geldi, biz de evimize döndük.