26 Mayıs 2010 Çarşamba

huzurlu bacak

ulan çiftliğe insan kılığında bir melek mi inmiş nedir
kadın değil karla karıştırılmış nar şerbeti sanki
bu yetmezmiş gibi bülbül sesli kanaryalar misali şakıyor
bembeyeaz güzgün dişlerini göstererek gülüyor
gülünce iki yanağında iki gamze yabani güller gibi açılıyor.
eh bordonun aklı başından gitmiş
eli ayağı birbirine dolaşmış
yürek selanik
anlayın artık ilk görüşte aşk.
.)

25 Mayıs 2010 Salı

Ferâmûş

Osmanlıca çalışmaları çok iyi gidiyor. Sanırım ilerleyen senelerde Osmanlca'mı kullanabileceğim köklü bir çalışma yapmak istiyorum. Parantez: Bugünkü 'açık hava şeysi'nde Nazan Aksoy da üniversite kavramı üzerinde tartışırken üniversitenin insana meslek kazandırmak için var olmaması gerektiğini, kişinin hangi mesleğe ilgisi olduğunu ve kendisini kendisini keşfedeceği bir yer olduğunu söylemişti. Onun dersinde okuduğumuz "Look Back in Anger" oyunu üzerinden eskien üniversitenin bilgi kurumu olduğundan ama meslek kazandıramadığını (Jimmy Porter'a olduğu gibi) bugün ise bunun tersinin amaçlandığından bahsetti. Murat Belge de aynı bağlamda konuştu denebilir. O da edebiyat okumanın hayata eleştirel bakabilmeyi öğrettiğinden bahsetti ve edebiyatın insana kazandırabileceği şeylerin yanından bile geçmemiş olan mühendisler (sanırım Bilgi'nin yeni mühendislik fakültelerine bir taştı bu), işçiler, sığ politikacılardan yakındı. Ve benim aklıma da Bilgi'nin enazından beni Osmanlıca'yla tanıştırma konusunda hayatıma bişeyler kattığı geldi. Who knew? Ben neden bahsediyordum?

Osmanlıca maceralarım. Bilge Özel alanında söz sahibi, Arapça ve Farsça'yı tahminimce çok iyi bilen, biraz fazla ciddi ama prensipli bir hoca. Zeynep Altok biz gençlere:P biraz daha yakın. Özel'le Arapça bilfiğime şükreder halde metinleri okurkenn, Altok'la İngiliz Edebiyatı öğrencisi halimle oturuyorum sınıfta; virmek'in "archaic spelling" olması, kesbî'nin "acquired" dan başka birşey olmadığı, hangi kelimenin "feminen" hangisinin "maskulen" olduğu, sâika nın motive anlamına geldiği (monk'a selamlar), tersanenin etimolojik kökeni -daru's-sına' iken tersaneye ve batı dillerinde arsenale dönüşmesi- tüm bunlardan bağımsız olmamış bir Osmanlıca garip ama azbulunurluğuyla da işin eğlencesini katlıyor tabiki. I just enjoy it!

Durun Kalabalıklar!

23 Mayıs Pazar günü Zeyd'in sunum hazırlıklarını müteakiben katıldığımız, üstadın doğum ve ölüm yıldönümü sebebiyle düzenlenen "Necip Fazıl'ı Anma Gecesi"nde çok fazla şey bulamadık diyebiliriz. Türk milletinin buhranlı dönemlerinde kitlelere yol göstermiş, etkilemiş ve hala etkilemekte olan büyük fikir adamı NFK'nın dava ve şuurundan bir nebze nasiplenmeye salondaki genç nüfusun müthiş ihtiyacı ve dahi hakkı vardı.

İstanbul Fasıl Topluluğu'ndan bestelenmiş Necip Fazıl şiirleri tabiiki dinlemeliydik, Göksel Baktagir'li, Mehmet Güntekin'li koronun "Halimi düşünüp yanma Mehmed'im/kavuşmak mı belki daha ölmedim" mısralarını çalıp söyleyişi kulaklarımda hoş bir nağme bıraktı ve fakat bu Necip Fazıl'ın anıldığı bir programın 1/2'sini işgâl etmemeliydi.

Programın diğer yarısı Mustafa Miyasoğlu'na aitti. Edebiyat Fakültesi ve Paris Sorbornne'da Felsefe eğitimi gören Necip Fazıl 30 yaşında İslam olmuş. Zaten bu etkinliğin tanıtımında da onun bu durumunu anlattığı "tam 30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum/ gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizesi kullanılmış. Üniversitede hocalık yaparken ya gazetecilik ya hocalık ikilemine düşmüş ve "Benim çilem ve gayem amfilere sığmayacak kadar büyüktür" deyu istifa etmiş, bizi biz yapan milli ve dini değerlerin tavizsiz savunuculuğunu yapacağı 40yıllık yayın hayatına başlamış, "durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!" diyerek kitleleri tehlikeli gidişattan alıkoymaya çalışmıştır. Miyasoğlu, Necip Fazıl'ın misyonunu anlattığı 3-4 saat uzunluğundaki konferanslardan gençlerin "sabaha kadar" diyerek ayrılmak istemediklerini, ayakta da olsa dinleyebilmek için Bab-ı Ali'ye gelen binlerce gencin nasıl sokakları doldurduğunu ve bu kalabalıkları hiçbir gazetenin haber yapmadığını anlattı. Miyasoğlu Necip Fazıl'ın pekçok daldaki eserlerinden de bahsetti.

-Sosyolojik eser, check: Toplum ve devlet projesini anlattığı "İdeologya Örgüsü"
-Biyografik eser, check: Peygamberin hayatını anlattığı "Çöle İnen Nur"
-Felsefi&Tasavvufi eser, check: "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvuru"
-İtikadi eser, check: Orijinal bir büyük İslam ilmihali olan "İman ve İslam Atlası"
-Tiyatro eseri, check: Türkiye ve dünya tarihinde önemli yer tutan tiyatro eseri "Bir Adam Yaratmak"
-Tarihi eser, check: Yıllardır tartışılan yakın tarih eserleri "Sultan 2. Abdülhamid" ve "Sultan Vahdeddin"

Allahım bizi eserlerini okuyup dünya görüşünü anlayabilmeye ve nasiplenmeye nâsib eylesin

Sarı Gelin Aman

20 Mayıs Perşembe günü İstanbul'un yarısı gibi Zeyd ile ben de Aya İrini'deydik. Ona "kemanı ağlatan adam" diyorlar. O sadece ağlayan bir adam ve taştan kalbi olmayan herkesi ağlatabilecek bir adam. Bunu kemanıyla yapıyor. Farid Farjad'dan bahsediyorum. Soyadı "Feryâd" olan bir adamdan ne beklenir? Sahneye çağrıldığında "sürgün ve ülkesiz" diye anons edilen, ülkesine bukadar yakında bukadar müba'ad. Bu derûnî hüzünde sarışın ve fettan görünüşlü bir piyanistle evli olmasının da etkisi mutlaka vardır. Alkışlarla Farid Farjad! :

Abdülhamid-i Sâni

Blogumuzun bu aralar oldukça durgun ve neş'esiz gözüktüğü doğrudur fakat Zeyd ve Rumeysa'nın hayatı pek şenlikli devam etmektedir. Bu süre içinde paylaşmak istediğim 'yaşantı' -okuntu babında;)- ları aktarmak istesem de -çünkü blog yazmamın temelinde öğrendiklerimi paylaşmak arzusundan başka birşey yoktur.- yakın tarihimize odaklanalım için pek çoğunu pas geçiyorum. Yine de "Bir İnsan Olarak 2. Abdülhamid Han Sempozyumu", Emirgan lale gezileri, Büyükada bisiklet turları, aile piknikleri ve vali kebaplarını zikretmiş olalım, Zeytin'e teşekkür babında:)

Sanırım anlatmadan geçemeyeceğim: Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi'ni Abdülhamid Han kurmuş ve bu çağının ilk örneği olması bakımından pek çok devletin tıp adamları tarafından hayranlıkla karşılanmış. Sadece katı ve dirayetle müslüman devlet adamı yönünü bildiğimiz Ulu Hakan'ın aslında bir silah koleksiyoncusu olduğu, Yıldız Sarayı'nda ellibine yakın İstanbul fotoğrafları+aile fotoğrafları+suçlu fotoğraflarına (cool!) sahip olduğu sempozyumda öğrendiklerim arasında. Kethudaları tarafından sürekli upgrade edilen bir Nikon'u olduğunu da duysaydım şaşırmayacaktım. Küçük Mabeyn Köşkü'nde locasında hanımıyla 'izlenti' yaptığı kendisine özel bir tiyatroya, kind of a 'home theatre'a da sahip olduğunu öğrenmiş olduk. Sempozyumda konuşma yapanlardan Mustafa Armağan'ın da Abdühamid Han'la ilgili pekçok çalışması var. "Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı" kitabı bunların başında ve benim de kabarık son yarısı hala okunmamış kitaplar listemde başlarda gelir.

An itibariyle ölüm yıldönümü içinde bulunduğumuz Üstad Necip Fazıl da "Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han" eserini şu cümleyle tamamlar: "Abdülahimd'i anlamak herşeyi anlamak olacaktır." ki, bu da o hep rastladığımız üstüne düşünmemiz için ekilen BYT yani büyük yazar tohumundan başka bir şey değil. Mustafa Armağan da kitabında bu sözlere binaen Abdülhamid'in yakın tarihin turnusol kağıdı gibi bir işlevi olduğundan bahseder. Sultana aydınların nasıl baktığına göre bakanların dünya görüşleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve bugünümüze dair neler düşündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tesbit edilebilir.

Bu iki büyük adamı rahmetle anıyoruz.

.