Panelin konukları solcu yazar Ragıp Zarakolu ile Sibel Eraslan'dı. Zarakolu konuşmasına "bu konu çok ağır bir konu belki haftalarca tartışsak bitmeyebilir. Lakin, Türk Darbeler Tarihi Türkiye Tarihi gibi bir şeydir" diyerek başladı. Panelde neler konuşuldu, gelememiş olan Zeytinler için anlatayım. Teşekkürler ses kayıt cihazları!
"Biz modern dönemin darbelerini biliyoruz ama Osmanlı dönemine baktığımızda da görüyoruz ki, ordu her zaman politikanın bir ayağını oluşturmuştur. 1825'teki Vaka-i Hayriye olayına kadar Yeniçeri Ayaklanmalarını vb. olayları biliyoruz. Modern ordunun kuruluşu ile bu ayaklanmaların biteceği düşünüldü fakat modernizm ile birlikte yine askeriyenin önemli bir faktör olduğu görüldü. Hatta 1876 Anayasası bile görece bir darbe olayının sonucunda gerçekleşmiştir. Günümüze kadar yapılan bu anayasalara baktığımızda, bunların hiçbir zaman hayata geçirilemediğini görüyoruz. Bu anayasalar Batı'daki durumun aksine bir türlü uygulanamamıştır. İlk modernist darbemiz Babıali Baskını'dır. Balkan Savaşı bahanesi ile ordunun içindeki Prusya eğitiminden geçmiş genç zabit kesim, o dönem vatanı kurtarma operasyonunu başlattılar ve vatanı kurtarma operasyonu hala bitmedi.
Kurtarıcılardan kurtulunduğu vakit hakikaten özgür bir ülke olacağız herhalde… Türkiye 1945'te çok partili rejime geçme kararı aldığında da yine tek parti mantığı devam ediyordu. Her zaman devletin tavrında "bir şey gerekiyorsa onu ben yaparım"ın tekelciliği vardı. "Eğer sendikal hareketi kurulacak ise onu da ben kurarım (TÜRKİŞ bunun sonucudur), eğer Müslümanlık getirilecekse bunu da ben getiririm, eğer komünist olunacaksa bunu da ben yaparım" gibi bir yaklaşım her zaman hakim oldu. Zaten kurucu ideoloji bu uygulamayı meşrulaştırıyordu. Varolan ideoloji kutuplaşmalardan sürekli istifade etti. Ve kutuplaştırma politikası artık en güçlü silahları oldu. Hatta solculuğun bugünkü kadar kolay olmadığı dönemlerde bir subay tanıdığımız Nazım Hikmet'in şiir kitabını bulundurmaktan dolayı ordudan atıldı ve hiçbir yerde iş bulamaması sağlandı."
Zarakolu "darbeciler yargılanmalıdır" dedi ve devam etti, "cinayet cinayettir. Ve 10 emirden bu yana cezalandırılması gereken bir şeydir. Eğer siz bazı politik gerekçelerle öldürmeyi meşrulaştırıyorsanız bu vahim bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye'deki bu cezasızlık durumu sona ermelidir. Yunanistan'da darbe olmuyorsa artık bunun cezası olduğu içindir. Eğer siz askeri darbe yapanı Cumhurbaşkanı yapar bir de anayasa yaptırırsanız darbecilerin sonu tabii ki gelmez. Yunanistan'da darbeci askerler hapisteydiler ve belki tam da Kenan Everen'in Marmaris'te resim yaptığı yerin karşısında kalıyorlardı. Nazi askerleri de insanlığa karşı işledikleri suçtan dolayı ölene kadar hapiste kaldılar. Yani bu işin bir bedelinin olması gerekiyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımına tabii değildir. Bu bakımdan da Türkiye'deki yurttaşlara karşı işlenen suçlar da karşılıksız kalmamalıdır. Mustafa Kemal'in evine bomba atan adam, provokatördü ve vali oldu, devletten emekli oldu. Keza 6-7 Eylül olaylarından dolayı bu ülkede bakanlar yargılandı, vali yargılandı, başbakan asıldı. Bu cezasızlık ve dokunulmazlık sona ermelidir."
Sibel Eraslan o sırada 13 yaşında olduğu 1980 darbesini çocuk gözüyle nasıl algıladığını ve sonraki 28 Şubat Darbesi'nin hayatını ve hayatları nasıl etkilediğini anlattı. Osmanlı'dan bu güne askerin halk ve medya üzerindeki baskılarına, İttihat ve Terakki'nin ne kadar cuntacı bir yapılanma olduğuna da değinen Eraslan, Hasan Fehmi Bey'in vurulması olayını ve sonrasında yapılan müdahalelerin günümüzde yaşanan olaylara benzediğini kaydetti. Gazetecilerin öldürülmesi ve bundan sonra da cuntacıların daha rahat hareket edebilecekleri kaosun oluşması bizim eski bir pratiğimiz diyen Eraslan sözlerine şu şekilde devam etti; "ben 1980 Darbesi olduğunda onüç yaşındaydım, dolayısıyla ciddi bir şekilde hissetmedim. Fakat 28 Şubat Darbesi'ni hem başörtülü bir kadın olarak hem de mesleğim gereği hukuki bir sorunla karşı karşıya olduğum için çok ciddi olarak yaşadım. Ben bu süreci kesintisiz bir darbe sürecinin devamı olarak görüyorum. Tabi süreçle alakalı olarak hepimizin hatıraları var çünkü burada yaşıyoruz. Bu sadece askerlerle siyasi partiler arasında olan bir güç gösterisi değil, devletle insan arasındaki bir mücadeleydi 28 Şubat. Darbe dediğimi şey önceden hesap edilemeyen bir gerçekliktir. Bir de sterilize edilmiş bir toplum algısı var. Ve bu norm olarak size sunuluyor. Eğer siz dikte edilmiş normlara uymadığınız takdirde anormal olarak görülüyorsunuz. İkinci sınıf olarak görülen ötekinin bastırılması amaçlanmıştır tüm darbelerde" dedi. Türkiye'de anayasal düzenden de bahseden Eraslan, "bizi metastas yapmış habis urlar ve aydınlatılması gereken zavallılar olarak tanımladılar ve kimliklerimizi yok saydılar" dedi.
Eraslan şunları da söyledi: "Başörtüsü yasağı Türkiye'nin en uzun boylu yasaklarından biri ve Türkiye'nin en uzun boylu sivil itaatsizliği de başörtüsü direnişidir. Daha önce biz öğrenciyken de yasaklar oldu ama direnişler sonucunda yasaklar aşıldı. Fakat 1997'de yasak sistemli bir hale geldi. Ve her yerde uygulanmaya başlandı. Kadınlar üzerinden götürülen bir hesaplaşma oldu ve Merve Kavakçı örneğinde olduğu gibi 'bu kadına haddini bildirin' dedi bir başbakan ve kadına haddi bildirildi. Önce meclisten sonra vatandaşlıktan atıldı. Bu dönemde küçücük ortaokulda okuyan çocukların kollarına başörtülü okula girmek istemeleri sebebiyle kelepçeler takıldı. Karakola onların avukatlığını yapmak için gittiğimizde bizi de tutukladılar. Ve hatta Küçükköy İmam Hatip Lisesi'ne keskin nişancı gönderildi. Karşıda duran iki apartmana yerleştirildi. Bunların fotoğrafları benim elimde var."
Bunlar olduktan birkaç sene sonra, ben Eraslan'ın 80 darbesi yıllarındaki yaşındayken, 13 ondörtlerde, Küçükköy Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde de aynı şeyler tekrar yaşandı. İHL Şefkat Koleji'nin bir kaç sokak ötesindeydi. Servisle okula gelirken çoğu günler özel polis timleriyle karşılaşırdık İmam Hatip'in sokağında. Mehmet Amca arka sokaklardan dolaşarak getirirdi bizi okula; bir yığın başörtülüyle dolu bir minibüsün dikkat çekmemesi işten değildi. Herhangi bir okulda olsam bu kadar hatırlayamayacaktım belki, fakat Şefkat gibi dönem için oldukça "tehlikeli" bir kurumdan her müfettiş söylentisinde apar topar nasıl kaçtığımı bir ben biliyorum. Babam hep anlatır, birgün beni sabah namazına uyandırırken uyku sersemliği ve panikle yataktan nasıl "müfettiş mi geldi" diyerek fırladığımı. Benim postdarbe anılarım bunlardan ibaret sadece, umarım hep öyle kalır.
Sibel Eraslan da Zarakolu gibi konuşmasını yargıdaki askeri ve sivil yargı ayrımının, hukuktaki çift başlılığın bu dokunulmazlık ve cezalandıramamalık durumunu ciddi anlamda etkilediğinden, ilk olarak yargı birliğinin, ikinci olarak da darbecilerin yargılanabilmesi için yargı tarafsızlığının sağlanması gerekliliğinden bahsederek konuşmasını bitirdi. Levrekleri alıp eve döndüğümde saat 18'i geçmişti.