28 Şubat 2010 Pazar

darbeler ihtilaller daha neler neler

26 Şubat 2010'da İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul Kampüsü'nde "Türkiye'de Darbeler Tarihi" başlığıyla bir panel gerçekleştirildi. Konuyu görünce aklıma Natalie'ye bir tv show'da Monk için tam olarak hangi işleri yaptığı sorulduğunda verdiği "How long is your show?" cevabı geldi. Türk Darbeler Tarihi, ooo.

Panelin konukları solcu yazar Ragıp Zarakolu ile Sibel Eraslan'dı. Zarakolu konuşmasına "bu konu çok ağır bir konu belki haftalarca tartışsak bitmeyebilir. Lakin, Türk Darbeler Tarihi Türkiye Tarihi gibi bir şeydir" diyerek başladı. Panelde neler konuşuldu, gelememiş olan Zeytinler için anlatayım. Teşekkürler ses kayıt cihazları!

"Biz modern dönemin darbelerini biliyoruz ama Osmanlı dönemine baktığımızda da görüyoruz ki, ordu her zaman politikanın bir ayağını oluşturmuştur. 1825'teki Vaka-i Hayriye olayına kadar Yeniçeri Ayaklanmalarını vb. olayları biliyoruz. Modern ordunun kuruluşu ile bu ayaklanmaların biteceği düşünüldü fakat modernizm ile birlikte yine askeriyenin önemli bir faktör olduğu görüldü. Hatta 1876 Anayasası bile görece bir darbe olayının sonucunda gerçekleşmiştir. Günümüze kadar yapılan bu anayasalara baktığımızda, bunların hiçbir zaman hayata geçirilemediğini görüyoruz. Bu anayasalar Batı'daki durumun aksine bir türlü uygulanamamıştır. İlk modernist darbemiz Babıali Baskını'dır. Balkan Savaşı bahanesi ile ordunun içindeki Prusya eğitiminden geçmiş genç zabit kesim, o dönem vatanı kurtarma operasyonunu başlattılar ve vatanı kurtarma operasyonu hala bitmedi.

Kurtarıcılardan kurtulunduğu vakit hakikaten özgür bir ülke olacağız herhalde… Türkiye 1945'te çok partili rejime geçme kararı aldığında da yine tek parti mantığı devam ediyordu. Her zaman devletin tavrında "bir şey gerekiyorsa onu ben yaparım"ın tekelciliği vardı. "Eğer sendikal hareketi kurulacak ise onu da ben kurarım (TÜRKİŞ bunun sonucudur), eğer Müslümanlık getirilecekse bunu da ben getiririm, eğer komünist olunacaksa bunu da ben yaparım" gibi bir yaklaşım her zaman hakim oldu. Zaten kurucu ideoloji bu uygulamayı meşrulaştırıyordu. Varolan ideoloji kutuplaşmalardan sürekli istifade etti. Ve kutuplaştırma politikası artık en güçlü silahları oldu. Hatta solculuğun bugünkü kadar kolay olmadığı dönemlerde bir subay tanıdığımız Nazım Hikmet'in şiir kitabını bulundurmaktan dolayı ordudan atıldı ve hiçbir yerde iş bulamaması sağlandı."

Zarakolu "darbeciler yargılanmalıdır" dedi ve devam etti, "cinayet cinayettir. Ve 10 emirden bu yana cezalandırılması gereken bir şeydir. Eğer siz bazı politik gerekçelerle öldürmeyi meşrulaştırıyorsanız bu vahim bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye'deki bu cezasızlık durumu sona ermelidir. Yunanistan'da darbe olmuyorsa artık bunun cezası olduğu içindir. Eğer siz askeri darbe yapanı Cumhurbaşkanı yapar bir de anayasa yaptırırsanız darbecilerin sonu tabii ki gelmez. Yunanistan'da darbeci askerler hapisteydiler ve belki tam da Kenan Everen'in Marmaris'te resim yaptığı yerin karşısında kalıyorlardı. Nazi askerleri de insanlığa karşı işledikleri suçtan dolayı ölene kadar hapiste kaldılar. Yani bu işin bir bedelinin olması gerekiyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımına tabii değildir. Bu bakımdan da Türkiye'deki yurttaşlara karşı işlenen suçlar da karşılıksız kalmamalıdır. Mustafa Kemal'in evine bomba atan adam, provokatördü ve vali oldu, devletten emekli oldu. Keza 6-7 Eylül olaylarından dolayı bu ülkede bakanlar yargılandı, vali yargılandı, başbakan asıldı. Bu cezasızlık ve dokunulmazlık sona ermelidir."

Sibel Eraslan o sırada 13 yaşında olduğu 1980 darbesini çocuk gözüyle nasıl algıladığını ve sonraki 28 Şubat Darbesi'nin hayatını ve hayatları nasıl etkilediğini anlattı. Osmanlı'dan bu güne askerin halk ve medya üzerindeki baskılarına, İttihat ve Terakki'nin ne kadar cuntacı bir yapılanma olduğuna da değinen Eraslan, Hasan Fehmi Bey'in vurulması olayını ve sonrasında yapılan müdahalelerin günümüzde yaşanan olaylara benzediğini kaydetti. Gazetecilerin öldürülmesi ve bundan sonra da cuntacıların daha rahat hareket edebilecekleri kaosun oluşması bizim eski bir pratiğimiz diyen Eraslan sözlerine şu şekilde devam etti; "ben 1980 Darbesi olduğunda onüç yaşındaydım, dolayısıyla ciddi bir şekilde hissetmedim. Fakat 28 Şubat Darbesi'ni hem başörtülü bir kadın olarak hem de mesleğim gereği hukuki bir sorunla karşı karşıya olduğum için çok ciddi olarak yaşadım. Ben bu süreci kesintisiz bir darbe sürecinin devamı olarak görüyorum. Tabi süreçle alakalı olarak hepimizin hatıraları var çünkü burada yaşıyoruz. Bu sadece askerlerle siyasi partiler arasında olan bir güç gösterisi değil, devletle insan arasındaki bir mücadeleydi 28 Şubat. Darbe dediğimi şey önceden hesap edilemeyen bir gerçekliktir. Bir de sterilize edilmiş bir toplum algısı var. Ve bu norm olarak size sunuluyor. Eğer siz dikte edilmiş normlara uymadığınız takdirde anormal olarak görülüyorsunuz. İkinci sınıf olarak görülen ötekinin bastırılması amaçlanmıştır tüm darbelerde" dedi. Türkiye'de anayasal düzenden de bahseden Eraslan, "bizi metastas yapmış habis urlar ve aydınlatılması gereken zavallılar olarak tanımladılar ve kimliklerimizi yok saydılar" dedi.

Eraslan şunları da söyledi: "Başörtüsü yasağı Türkiye'nin en uzun boylu yasaklarından biri ve Türkiye'nin en uzun boylu sivil itaatsizliği de başörtüsü direnişidir. Daha önce biz öğrenciyken de yasaklar oldu ama direnişler sonucunda yasaklar aşıldı. Fakat 1997'de yasak sistemli bir hale geldi. Ve her yerde uygulanmaya başlandı. Kadınlar üzerinden götürülen bir hesaplaşma oldu ve Merve Kavakçı örneğinde olduğu gibi 'bu kadına haddini bildirin' dedi bir başbakan ve kadına haddi bildirildi. Önce meclisten sonra vatandaşlıktan atıldı. Bu dönemde küçücük ortaokulda okuyan çocukların kollarına başörtülü okula girmek istemeleri sebebiyle kelepçeler takıldı. Karakola onların avukatlığını yapmak için gittiğimizde bizi de tutukladılar. Ve hatta Küçükköy İmam Hatip Lisesi'ne keskin nişancı gönderildi. Karşıda duran iki apartmana yerleştirildi. Bunların fotoğrafları benim elimde var."

Bunlar olduktan birkaç sene sonra, ben Eraslan'ın 80 darbesi yıllarındaki yaşındayken, 13 ondörtlerde, Küçükköy Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi'nde de aynı şeyler tekrar yaşandı. İHL Şefkat Koleji'nin bir kaç sokak ötesindeydi. Servisle okula gelirken çoğu günler özel polis timleriyle karşılaşırdık İmam Hatip'in sokağında. Mehmet Amca arka sokaklardan dolaşarak getirirdi bizi okula; bir yığın başörtülüyle dolu bir minibüsün dikkat çekmemesi işten değildi. Herhangi bir okulda olsam bu kadar hatırlayamayacaktım belki, fakat Şefkat gibi dönem için oldukça "tehlikeli" bir kurumdan her müfettiş söylentisinde apar topar nasıl kaçtığımı bir ben biliyorum. Babam hep anlatır, birgün beni sabah namazına uyandırırken uyku sersemliği ve panikle yataktan nasıl "müfettiş mi geldi" diyerek fırladığımı. Benim postdarbe anılarım bunlardan ibaret sadece, umarım hep öyle kalır.

Sibel Eraslan da Zarakolu gibi konuşmasını yargıdaki askeri ve sivil yargı ayrımının, hukuktaki çift başlılığın bu dokunulmazlık ve cezalandıramamalık durumunu ciddi anlamda etkilediğinden, ilk olarak yargı birliğinin, ikinci olarak da darbecilerin yargılanabilmesi için yargı tarafsızlığının sağlanması gerekliliğinden bahsederek konuşmasını bitirdi. Levrekleri alıp eve döndüğümde saat 18'i geçmişti.

26 Şubat 2010 Cuma

darbeler ihtilaller eller eller

kirmisim; özellikle ilgi duydugunu bildigim "ihtilaller, darbeler" konusunda bugün santral'de bir panel varmis.
ve Sibel Eraslan geliyormus.
ama malesef osmanlica dersin var o vakit.
teneffüslerde gidersin belkim ? .)



Türk Darbeler Tarihi
Konusmacilar: Sibel Eraslan- Ragip Zarakolu
Tarih: 26 Subat 2010, Cuma
Saat: 16:00-18:30
Yer: Santral Kampüsü, E3-107
Özgür Açilim Platformu ve Sosyal Bilimler Kulübü'nün isbirligiyle düzenlenen panelde, Türkiye'nin kurulusundan bu yana gerçeklestirilen askeri müdahaleler ve bu müdahalelerin toplumsal olaylar üzerindeki etkisi ele alinacaktir.

24 Şubat 2010 Çarşamba

zümreler

Bakara 204-214. ayetlerin tefsirini okuyoruz Fizilal'den, tekrar okuyoruz, tekrar düşünüyoruz, düşüyoruz kelimelere.
Kur'an bu ayetlerde iki zümreye bölüyor insanları.

İlk zümre tatlı dilli, hayatta kendi şahsi menfaatinden başkasını gaye bilmeyen, nefsani kişilik. Nefsini ıslaha meyletmez, hakkan dönmekten kaçınır ve günah işler boyuna.

İkinci zümre ise bütün varlığıyla kendisini Allah rızası için adar ve O'ndan başka hiç bir şeyi arzu etmez. Gayretinden, amelinden nefsine bir pay ayırmaz, varlığını Allah için feda eder. Sadakatlı mü'min zümresidir bu işte.

Hal böyle iken, zümreler ve aralarındaki fark bu kadar açık iken; ben hangi gruptayım acaba ?
biz hangi gruptayız?
Pekala pekala, yumuşatalım biraz bari : Sadece bugünkü amellerin hangi gruba meyilliydi ?

23 Şubat 2010 Salı

Paris'te Türk Modası

Başlığı okuyunca bu işte bir terslik var diye düşünebilirsiniz, modaysa eğer Paris/Fransız modasıdır; ya da belki Dilek Hanif yine Paris'te bir defile hazırladı, Osmanlı motiflerinden esinlendi vesaire zannedebilirsiniz. Evet, ona biraz benziyor; ama bu en hasından. Resimdeki hanımefendi bir Fransız leydisi. 1720'lerde Paris'te yaşıyor ve üzerindeki elbise de Safiye Sultanvâri bir Osmanlı kostümü. (Falih Rıfkı Atay "taklit ve özenti devri en çok bizde sürmüştür" der, pehh derim.)

18 Şubat 2010 Cuma günü Atatürk Kitaplığı'nda Ali Şükrü Çoruk tarafından "Doğu'nun Batı'sı" semineri verildi. Türk aydınının değişen Batı'ya bakışı bilhassa seyahatnamesiyle ünlü Evliya Çelebi ile sefaretnamesiyle ünlü 28 Mehmed Çelebi'nin gözünden anlatıldı ve karşılaştırıldı. Evliya Çelebi'nin Avrupa'yı o muhteşem özgüveniyle gezip/görüp/anlattığını bilmeyen yoktur. 28 Çelebi ise sanıldığı gibi Evliya Çelebi'den sonraki yirmisekizinci Çelebi değil. Ait olduğu Yeniçeri Ortası'ndan dolayı bu lakabı almış bir 18. yüzyıl sefîri. 28 Çelebi Fransa'ya elçi olarak atandığında sadece diplomasiyi değil müthiş bir kültürel etkileşimi de hızlandıracağından haberli ya da habersiz Paris'e geldi. Dünyayı kasıp kavuran Osmanlı'nın; "Osmanlı"nın bir ferdi şehirdeydi ve halk Osmanlı nedir, neye benzer bir nebze görebilmek için sokaklara doluştu, "nasıl ademlerdir deyû seyre talip oldular". Aylarca süren bu etkileşimin sonunda Çelebi ve beraberindekiler şehrin düzenine, Versailles bahçelerine, su fiskiyelerine, operalara; Fransızlar kavuklara, kaftanlara, görkemli Türk adetlerine, iftar yemekleri, teravih namazlarına, muhteşem işlemeli elbiselerle oturuş kalkışlara, o asalete hayran kaldılar. Bir de bu olayın Karlofça Travması'ndan sonra yaşandığını hesaba katın; Osmanlı'nın kendisinden barış istenen değil, barış isteyen taraf olduğunu. Buna rağmen azametinden çok şey kaybetmiş olduğu hâliyle göz kamaştırdı. 28 Çelebi 11 ay sonra evine döndü, Zeyd "Cum'a namazından çok sonra" beni almaya geldi, biz de evimize döndük.

mübarek salı


zeytinli açma çok güzel kırmızı, şükran,
ikincisini de almadığıma hayıflandım.

dün kucağıma aldığımda erva'nın gülüşleri de güzeldi. :)
vesselam

18 Şubat 2010 Perşembe

ruedebiyat


29.01.2010 10:56
Kirmizi:

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=2773 

Çok iyi bir site Zeytin, takipedilesi.

Söyle bakalim, "edeb" iyatin bir siniri olmali midir? Rasim Amcaya, Cihan Aktas'a, Ibrahim Tenekeci'ye vs sormuslar:

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=2756

29 Jan 2010 11:35:15
Bordo:

Güzel bir soru, edebiyattta sinir var mi deyu. 
Hangi yazarin görüsü sana daha yakin? 
kimisi siniri yazar belirler demis, kimisi inanc siniri belirler demis kimisi sinir yok demis pehhRumeysa hangisini benimsiyor, ben bunu önemsiyorum :)

 

29.01.2010 12:40
Kirmizi:

Ibrahim Tenekeci nin "Bizim birinci vazifemiz Islam kalmaktir. Edebiyat da dâhil olmak üzere, her sey bu vazifeden sonra gelir." cümlesini okudugumda a-ha, dedim. Çünkü yazan kisinin inancindan bagimsiz olmasi mümkün degil. "Edebiyat da bu disiplinin izin verdigi, mesru gördügü sinirlar içinde yapilmasi gereken bir faaliyettir." diyor Mustafa Özçelik. Dogru, hatta ayni sey tüm sanat dallari için geçerli; heykelcilikle ugrasan müslüman sanatkar gördün mü hiç, hayir? Görmemelisin de.

Edebiyat sadece bir ayna olarak düsünülüp, muhayyilenin derinleriyle sentez yapilmadan yüzeye çikartilsa Cihan Aktas'in dedigi gibi, cümle yiginlari olurdu. Bu sentezi biz düsüncemizle ve belkide farkinda olmayarak biraz da kimligimizle yapiyoruz. Düsünce yapimizi kimligimiz kim oldugumuz belirlemiyor mu zaten? Aynadan yansiyan gerçege giysimizi giydirerek onu özgün bir eser haline getiriyoruz. "Esasinda gerçegi bütün çiplakligiyla anlattigini söyleyen yazar çogu kez, gerçegi kendi giyindirdigi örtüyle anlatiyordur. Üslup gerçegin giysisidir." Üslübunun islamiligi (sadece dini kriter olarak aliyormusuz gibi olmasin, ya da ahlakliligi diyelim), bu üslupla giydiridigi giysinin tesettürü yazari 'edip' kiliyor.

Inanç bir yana, sadece ahlaki olarak bakarsak Cihan Aktas tamm noktanin en ortasina parmak basmis. Edebiyatta ahlaki sinir olmasi onu sinirsizlastiriyor aslinda. Çünkü ahlakdisi diye tabirettigimiz görüntüler yüzeyde tutuyor bizi, derine inmemizi engelliyor. Sanatlanmis edebiyat için bu böyle. Bazi politik, siyasi fikirleri empoze etmek için birseyler söyleme araci olmaktan öteye geçemeyen yazin i zaten edebiyat saymiyoruz. Ama bu örneklerinin çoklugu bile yazanin genelde fikirlerinden tamamen bagimsiz olamayacaginin delili.;) Sadece inancinin isaretleri olabilir baska hiçbir görüsü hissedilmesin degil, hissedilsin. Eserin genuine olmasi için kendinden -bende olmayan- birseyler katmali ki bana çekici gelsin. Amaaan iste, siniri asmadan basimizi döndürsün, bunu istiyoruz.

Çok sey mi istiyoruz?:)

29.01.2010 14:52
Bordo:

Rumeysacim özgün yorumlarin için çok tesekkür ederim.
" Üslübunun islamiligi (sadece dini kriter olarak aliyormusuz gibi olmasin, ya da ahlakliligi diyelim), "
Cümlendeki parantez içi açiklaman çok güzel ve önemli meysacim çok begendim.

Bence de kisinin müslüman olmasi onun üzerinde durdugu hayat zemininden bagimsiz degil. Yani ben müslümansam yaptigim her amelde bunun bir etkisi muhakkak vardir. Yoksa sayet müslüman olmakla ilgili bir problem vardir.
Su içisimden tut sokakta yürüme seklim, fikrim, yedigim yemegim  her sey bu müslüman olma zemini üzerinde gerçeklesir.

Ayni sey edebiyat için de geçerli. Tefekkür ederken islamdan siyrilip öyle tefekkür edebilmek mümkün mü, ve yaziya dökerken düsünceleri islamdan siyrilip da öyle yazmak mümkün mü ?  Hal böyle iken siniri direkt din ile iliskilendirmek bence dogru degil. Çünkü ben müslüman olarak kendimi sinirlanmis degil aksine özgür olmus hissediyorum. Islamoglu bu konuda diyordu ki  müslüman olmayan insanlar nefsinin esiridirler. Müslüman olan ise özgür.

Çok anlamli bir tesbit bence. Nefsinin esir olmak özgür olmak olur mu hiç. Müslümanim ve özgürüm. Yazdiklarimda da sinir filan yoktur. Müslüman olarak müslümana yakisir her bir seyi yazabilirim. Öyle yani .)

Ancak belki edebiyatcyi dil  sinirlandiriyordur. Evet türkçe yazan bir yazar ancak türkçenin imkanlari kadar, türkçenin çizdigi sinirlar dahilinde yazabilir, sinirlari dil belirler.  Sözgelimi islama iliskin belki de en güzel yazi arapça ile yazilabilir, teknolojiye iliskin ise ingilizce daha genis imkanlar sunar.

Aslinda bu konuya girince millet, kültür, medeniyet kavramlari da dahil oluyor konuya. Dil medeniyetten bagimsiz degil çünkü.

O halde diger bir soru ise dili ne sinirlar? Medeniyet, kültür dili sinirlar mi?

Deyu devam eder bu konu güzelcigim :)

17 Şubat 2010 Çarşamba

vira bismillah

Rabbim!
Kolaylaştır, zorlaştırma.
Hayırlısıyla tamamlamlat.

Amin.

love



you!

Rumeysa:
Evli ve öğrenci genç bir kadın olduğum için bugün birkez daha mutlu oldum. Bir elimde yeni fotokopiden çıkmış Henrick Ibsen'in Peer Gynt'ü, bir elimde akşam sevgili eşime bol vitaminli bir meyve salatası hazırlamak için aldığım kiviler, muzlar; salına salına okulumdan evime yürümek çok keyif verdi. Hem daha özgürsün, hem daha sorumlu. Duvarlara istediğini yapıştırırsın, şarkılar söylersin, koltuklarda zıplarsın; ama evin düzenini de belli standartların üzerinde tutmak zorundasın, pencereleri açık unutmamak. Hoş bir şey, ipler senin elinde. Senin hayatın, senin dünyan. Biraz ödev, biraz ütü, en iyi arkadaşınla muhabbet, sevgilinle "Monk" keyfi, hayırhâh eşinle "Tefsir" dersi. Oh, ne âlâ hayat.

Bugün 17 Şubat 2010, Çarşamba. Blogumuza ilk girdimizi yapmak istedim, akşam Zeyd'e süpriz yapacağım;) Zeyd Zeyd Zeyd Zeyd Zeyd Zeyd- ismini çok seviyorum! Şimdi birşeyler pişirmek üzere kalkıyorum, ciao bella ciao bella'yı söylüyorum bir yandan- geçen hafta Murat Belge'nin dersinde Fransız Devrimi'ni konuşmuştuk, ihtilal sıralarında Fransızların bir marş edindiklerini ve bunun bir çeşit devletler arası milli marş trendine dönüştüğünden bahsetmişti ve bugün de pek çok ülkenin 'national anthem'lerini dinledik. Doğruyu söylemek gerekirse bana hepsi aynı gibi geldi, tam tersini amaçlarlarken kaçınılmaz olarak dekarakterize olmuşlar; e melodiler benzer; tek amaçları coşturmak, sözler benzer; canım ülkem, özgürlük vs. Tüm dinlediklerimiz arasından aklımda kalan sadece devrimci şarkılardan Çav Bella oldu. Ders bittiğinde neredeyse herkes rap rap çıkıyordu sınıftan:)
Akşam olsun, gece olsun, sabah olsun.
jphgıcxv bnlşömnbvcxsdertyuıopşçömnbvcxzaswert
jnlbkjchxzasydufjk
bvcxdyuıolşi
jhgfdsdfvgbhnjmkölçlkujytrkjhbhh vbolhbolhnl t3lwntwlntwn wlşnglwns

.